Bir ormanın yanışı, sadece ağaçların değil; insanın vicdanının da küle dönmesidir.
Hasanoğlan’da çalıştığım yıllardı. Şimdilerde Fen Lisesi olan, bir zamanların o kıymetli Köy Enstitüsü binasında, bahçede nöbet tutuyordum.
Bir sabah yaşlı bir amca geldi. Elinde bastonuyla ağır ağır yürüyordu.
“Siz kimi arıyorsunuz amca?” diye sordum.
Bana dönüp gülümsedi: “Ağacımı ziyarete geldim,” dedi.
Başladı anlatmaya…
Zamanında orada okumuş. Yokluk zamanlarıymış. Sıraları kendi elleriyle yontmuşlar. Kitaplara aşkla sarılan çocuklarmış onlar. Ve birlikte diktikleri ağaçlara her yıl gelir, bir bakar gidermiş.
“Ağaca bakmak benim görevim,” dedi. Çünkü o ağaç, sadece bir ağaç değildi. Bir ömrün, bir idealin tanığıydı.
Köy Enstitüsü ruhu işte böyle bir şeydi.
Toprağına, ağacına, emeğine, eğitimine sahip çıkan bir bilinç.
Bugün düşünüyorum da… O yaşlı adam, diktiği bir ağacı yaşatmak için hâlâ çabalarken, biz gözümüzün önünde cayır cayır yanan ormanlara ne yapıyoruz?
Ağaçlar yanıyor, ormanlar yok oluyor, kuşlar kaçıyor, hayvanlar susuyor.
Göğe yükselen dumanı görüyoruz ama sanki gözümüz başka yere kayıyor.
Ve artık kimse sormuyor: “Bu orman neden yandı?”
Bir orman, yüz yılda büyür.
Binlerce canlıya ev sahipliği yapar. İnsan için nefes, çocuklar için gelecektir.
Ama biz “modernleşiyoruz” derken, doğadan da, vicdanımızdan da uzaklaşıyoruz.
Belki de en tehlikelisi ormanların yanması değil…
İnsanın içindeki yangının büyümesidir.
Çünkü artık yangın dışarda değil kardeşim…
Yangın içimizde.
Ve ben buna gerçekten çok üzülüyorum.