Tülay ÖZTÜRK’ün kaleme aldığı bu köşe yazısında; sıradışılık, aykırılık ve kendini ifade etme üzerine üç farklı bakış açısı yer alıyor. Bir masa, üç kalem, bir konu: Sıradışılık...

Akşam çökmüştü. Hafif bir esinti, günün yorgunluğunu üzerimizden alır gibiydi. Sessizce bir masaya oturmuştuk; üç kişi, aynı mekânda ama her birimiz farklı düşüncelerle… Kahve makinesinden yükselen koku, sanki sohbetimize eşlik eden bir fon müziği gibiydi.

Derin bir sessizliğin ardından birimizin elinde oynayıp durduğu kaleme gözümüz takıldı. O anda soruldu:
— “Nasıl yazıyorsunuz, çok merak ediyorum...”

Kağıtlar geldi önümüze. Konuşmalar sustu. Kalemler konuşmaya başladı.
Sıradışılığı konuşmuştuk oysa… Ne çok konuşuyor, ne az yazıyorduk. Ve şimdi üç farklı kalem, sıradışılığı üç farklı şekilde anlatıyordu.

İlk kalem şöyle başladı söze:
“Sıradışılık deyince…”
“Dünyada birçok tarz, birçok yaşam biçimi var. Ama önce sıradanlığın ne olduğunu anlamamız gerekir,” diyordu. Ardından şu alıntıyı paylaştı:

“Dahilik ile delilik arasında çok ince bir çizgi vardır.”

Her yüzyıl kendi sıra dışı bireylerini yaratır. 12. yüzyılda sıra dışı sayılan biri, 13. yüzyılda sıradan olabilir mi? Belki de zamanın ruhu, sıra dışı olmanın tanımını yeniden yazar.

İkinci kalem, bir genç kadının elindeydi. Satırlarına şöyle döküldü düşünceleri:
“Hayat koşturmacası, ev, iş, aile… Sabah evden çıkıp akşam aynı saate dönmek...”
Ama diyordu ki, “Bütün bu düzenin içinde, hepimizin keşfedilmeyi bekleyen renkleri var.”

“Sadece siyah ve beyaz yaşarsan, hep aynı yere varırsın. Kırmızıyı, maviyi, yeşili katmak senin elinde…”

Üçüncü ve en genç kalem ise şöyle bitirdi cümlelerini:
“Belki de sıra dışı olmak kötü bir şey değildir.”
Hayatın bilinmeyen taraflarına tutunmak için yeni bir fırsattır belki de.

Hiç kimse aykırılıktan bahsetmemişti.
Sıradışılık, belki sadece aykırı olmak değil; farklı düşünmek, farklı hissetmekti.
Kimine göre bilim adamı, kimine göre sanatçı…
Kimi içinse sadece sessizce düşünen bir kalem...

Peki ya siz?
Sıradan mısınız yoksa sıradışı mı?
Aykırı mısınız, tutucu mu?
Sadece konuşuyor musunuz?
Yoksa gerçekten yazıyor musunuz?