Hubris sendromu sadece liderlerin değil, hayatın her alanına sirayet etmiş bir kibir salgını. Peki biz bu oyunun neresindeyiz?
Hubrisler kimlerdir?
İlk kez duyduğumda duraksadım bu kelimede. Anlamına baktım hemen. Aşırı gurur, özgüvenin patolojik bir hâli, kibirli bir kişilik yapısıymış. Düşündüm, dedim ki “Ben bu türden çok tanıdım.”
Devlet yöneticilerinden apartman komşusuna, müdüründen akrabasına kadar hayatın her alanında var bu tipler.
Onlar asla yanılmaz. Her zaman en doğrusunu bilir, her sözüyle hayatı yeniden tanımlar, hatta kendi anlattıklarına kendileri bile hayran kalır. Ama bizler, onların bu davranışlarını çoğu zaman özgüven sanıyoruz. Halbuki özgüven, zayıf ve güçlü yönlerini bilen, eksiklerini görebilen insanlara özgüdür. Gerçek özgüvenli insanlar, dürüstlüğüyle ön plana çıkar.
Peki ya kibir? O, güçten beslenir. Saygıyı hak etmekten değil, zorla aldırmaktan hoşlanır. Onur dedikleri şey ise, sadece dillerindedir; kendilerine bile saygı duymayan bu “ezik egolar”, dışarıya güçlü görünme savaşının içindedir.
Aklıma tarih geliyor. Hitler mesela. Bir halkı peşinden sürükleyen, ama dünya tarihine yıkım bırakan bir kibir anıtı. Hubris tanımı tam da onun gibi insanlar için var. Bu kişiler genellikle yöneticiler, karar vericiler, güç sahibi olanlar. Ama sadece onlar mı? Hayır.
Sürekli "ol" denileni olan, "dur" denileni duran, sorgulamayan bir toplum da bu kişileri büyüten aynanın ta kendisi. Bilinçli bir körlükle etrafımızda olan biteni görmemeyi tercih ediyoruz. Suya sabuna dokunmayan “iyi vatandaşlar” ordusu yetişiyor her geçen gün.
İndirim takip eden, çocuğu işe girince mutlu olan, hayatı sadece kendi konforuyla sınırlayan, ama adaletsizliğe karşı tek bir cümle kurmayan insanlar olduk. Ve işin kötüsü, bu pasiflik bir semptom değil; artık kronik bir hastalık hâline gelmiş durumda.
İşte bu yüzden:
Hubrisleri fark edelim. Ne olur onları beslemeyelim. Büyütmeyelim.
Çünkü her büyüttüğümüz “kibirli figür”, bir gün bize tahakküm eden güce dönüşebilir. Ve o zaman çok geç olabilir.