Yüzeyin altına bakabilen, kırılmaktan korkmayan insanların hikâyesi… Derin düşünenlerin, yalnız kalanların ve sahici yaşamı seçenlerin içsel yolculuğu.
Bazı insanların içinde, dışarıdan görünmeyen bambaşka bir dünya vardır. Hayatın olağan akışında herkes bir yöne doğru yürürken, onlar ara sokaklara sapar, durur ve yeniden bakarlar. Bir ayrıntının neden öyle olduğunu sorgular, görünene teslim olmazlar. Bu yüzden daha çok yorulurlar; çünkü yüzeyde değil, derinlerde yaşarlar.
Geçtiğimiz haftayı, zihninde birikenlerin ağırlığıyla geride bırakmıştı o kadın. Son günlerde yaşadığı kırgınlıklar, ters düşmeler, duyarsızlık ve sessizlik içinde yoğrulmuştu. En çok da en değer verdiklerinden gelen hayal kırıklığı sarsmıştı onu. Yüreğinde temizliği, adaleti içselleştirmişti ama bu, ilk defa yaşadığı bir kırılma değildi. Kendini bilmenin, iç sesini dinlemenin gücünü daha önce de tatmıştı.
Bir akşam, tüm bu duygularla dışarı çıktı. Zihnini dağıtmak, biraz nefes almak istiyordu. Yanında, onu gerçekten anlayan bir dost vardı. Yolları uzun zaman önce kesişmişti ve iyi ki de kesişmişti. Kadın içinden, “İyi ki hayatımdasın,” dedi ona bakarken.
Sohbetleri uzadı. Kırılganlıklarından, geçmişten kalan tortulardan, bir türlü sıyrılamadıkları yüklerden söz ettiler. Kadın sordu:
“Biz neden farklıyız diğerlerinden? Herkes bu kadar derin hissetmiyor gibi…”
Arkadaşı, o sakin ve bilge haliyle yanıtladı:
“Bu coğrafyada düşünmek lüks gibi. Hayatta kalmak bile yeterince zor. İnsanlar, sorgulamaya fırsat bulamadan yaşlanıyor. Bizim için ağır gelenler, başkaları için sıradan olabiliyor.”
Birlikte sustular. Çevrelerindeki insanlara baktılar: Kahkahalarla poz veren kalabalıklar, gezen, konuşan, unutmaya çalışan insanlar… Herkes bir şeyin peşindeydi. Kimisi eğlence, kimisi unutuş, kimisi sadece var olmanın.
Bazı insanlar sadece yaşıyordu. Nefes alıyor, veriyor… Fakat doğruluk, dürüstlük, adalet gibi değerler onlar için ezberlenmiş kelimelerden ibaretti belki de. Oysa derinlerde yaşayanlar için bu kavramlar birer varoluş meselesiydi.
Bizler –evet, öyle diyelim– kendini kandırmayanlar… Vicdanla, doğrulukla ve duyarlılıkla yaşamak zorunda kalanlar… Bu bizim seçimimiz değil, yolumuzdu.
Eve döndüğünde kadın yalnız kaldı. Eline bir kitap aldı, satır satır düşüncelere daldı. Düşünmek onun için bir refleks gibiydi. O sırada aklına bir yazı geldi, bir arkadaşının paylaştığı bir not:
“İnsanlar neden bazı kitapları seviyor, bazılarını sevmiyor diye çok düşünürdüm. Sonra anladım ki, aslında biz o sırada yalnızlığımızı azaltacak insanları o kitaplarda arıyoruz.”
Ne kadar da doğruydu… İnsan, yalnız geliyor, yalnız gidiyordu. Arada ise yalnızlığını anlamaya çalışan birilerini arıyordu sadece.
İnsanlar, çoğu zaman seni değil; seni temsil eden birkaç küçük parçayı tanıyor ve yargılıyordu. En çok da seni en iyi tanıması gerekenler, yani ailen, seni en az anlayanlara dönüşüyordu. Yine yalnızlığı seçmek zorunda kalıyordun.
Bu yalnızlık, belki de hayatın en gerçek yüküydü.
Ama yine de, düşünmekten vazgeçmeyen, duygularının içinden geçmeyi göze alan, kırılmaktan korkmayan insanlar da vardı.
Onlar yüzeyde değil, derinlerde yaşıyordu.
Ağırdı, evet.
Yorucuydu.
Ama belki de en sahici yaşam, oydu…