Bir öğretmenin merakıyla başlayan içsel bir fark edişin hikâyesi
Bazı sorular vardır; bir kez zihninize düşer ve bir daha oradan kolay kolay çıkmaz.
Katıldığım bir eğitimde, eğitmenin sorduğu basit gibi görünen ama içi dolu bir soruyla işte tam da böyle oldu:
“Çocuklar sabah sınıfa sadece kendileri olarak mı girer, yoksa evden birilerini de beraberlerinde mi getirirler?”
Bu cümle zihnime çakıldı. Gözümün önüne o sabah karşılaştığım çocuklar geldi:
Ellerinde defterleri, sırtlarında çantaları… Ama ya görünmeyen yükleri?
Fark ettim ki, çocuk sadece sırtındaki çantayı değil; annesinin kaygılarını, babasının öfkesini, evdeki sessizliği ya da gürültüyü, bazen açlığını, bazen uykusuzluğunu da getiriyor sınıfa.
Kimseyle vedalaşamadan çıkılan bir evden gelen bir çocukla, annesinin öpücüğüyle uğurlanmış bir çocuk aynı duyguyla oturmaz sırasına.
Ve biz öğretmenler, çoğu zaman sadece görünenle ilgileniriz. Bir davranışı gördüğümüzde, ona karşılık gelen tepkimizi hızlıca veririz:
“Sus”, “Otur”, “Yapma” deriz.
Ama ya o davranış, çocuğun anlatamadığı bir ihtiyacın diliyse?
Bilim bize diyor ki, çocuğun duygusal gelişimi daha anne karnında başlıyor.
Daha doğmadan, seslere, dokunuşlara, hatta annenin ruh haline karşı bile duyarlılık geliştiriyor.
Doğduktan sonra ise temas, güven, ritim, ses… Hepsi çocuğun iç dünyasını şekillendiren başlıca unsurlar oluyor.
Ama biz insanlar karmaşığız. Çocuklar da öyle. Ve bazen tüm bilgimize rağmen anlayamayabiliriz onları.
Bazen sadece “zor bir gün geçirmiştir” deyip geçeriz.
Oysa çocuklar, bazen kelimelerle değil, davranışlarıyla “ben buradayım” der.
Kimse duymadığında daha da bağırır. Kimse görmediğinde daha da susar.
Çünkü çocuk, çevresinden gelen tepkilere göre şekil alır.
“Uslu” olması beklenen çocuk, duygularını yutar.
“Sorunlu” denilen çocuk, kendini o role hapseder.
Sevgiye, ilgiye ulaşmanın tek yolunun “iyi olmak” olduğunu öğrenen çocuk, hata yapmaktan korkar.
Kimi içe döner, kimi taşar.
Ve biz, her sabah bu çocukları karşılıyoruz sınıf kapısında.
Onların sadece bilgiyle değil, hayatla sınandığını fark etmeden geçen her gün, onlara dair önemli bir şeyi kaçırıyoruz.
Belki de görevimiz, “neden böyle yaptı?” demekten önce “acaba ne yaşıyor?” diye sormak.
Çünkü sınıfa gelen çocuk sadece öğrenci değildir.
O, evde biriktirdiği duyguların taşıyıcısıdır.
O, belki gece boyu ağlayan kardeşini susturmaya çalışan küçük bir yetişkindir.
Belki de hiç kimsenin sesini duymadığı bir evin suskun çocuğudur.
Bizden beklenen, sadece müfredatı anlatmak değil.
Bazen sadece gözlerinin içine bakmak, sessizliğini duymak, bir davranışın altındaki sesi fark etmektir.
Sınıfa giren her çocuk, önce kim olduğunu göstermeye çalışır; ancak güvende hissederse söylemeye başlar.
Ve bizim görevimiz, o dili sabırla çözmeye çalışmak; yargılamadan, etiketlemeden…
Çünkü her çocuk, kendisi olmaya en çok sınıfta ihtiyaç duyar.
Ve belki de bir öğretmenin en değerli cümlesi şudur:
“Sen, burada olduğun halinle de varsın.”