GÜVENSAM Genel Koordinatörü Cihad İslam Yılmaz'ın, "Trump döneminde Amerikan dış politikası: Sert gerilimlerden gragmatik açılımlara geçiş" başlıklı yazısı şöyle:
Donald J. Trump’ın başkanlığı, Amerika Birleşik Devletleri'nin dış politikasında alışılmış ezberleri bozan, öngörülemezliği esas alan ve çoğu zaman geleneksel müttefiklik ilişkilerini dahi sorgulayan bir dönem olarak kayıtlara geçmiştir. Trump yönetiminin dış politikada benimsediği çizgi, klasik Amerikan dış politika kodlarından belirgin bir şekilde saparken, yerleşik kurumlar ve uluslararası normlarla zaman zaman çelişen uygulamalara da sahne olmuştur. ABD tarihinde daha önce örneklerine sınırlı biçimde rastlanan bu “kişiselleştirilmiş diplomasi” tarzı, Trump’ın iş dünyasından gelen pragmatik ve rekabetçi refleksleriyle şekillenmiştir. Bu nedenle dış politik karar alma süreçleri, yalnızca kurumsal analizlerle değil, lider-merkezli okumalarla da değerlendirilmek durumundadır.
ÇİN İLE TİCARET SAVAŞLARI
Trump yönetiminin dış politikasında en belirgin çatışma alanlarından biri, ABD’nin yükselen küresel rakibi Çin ile yaşanan ticaret savaşıdır. Başkanlık kampanyasından itibaren Trump, Çin’i “ekonomik sömürücü” olarak nitelendirmiş ve ABD’nin dış ticaret açığının sorumlusu olarak doğrudan hedef göstermiştir. Bu retorik, göreve gelişinin ardından somut politikalara dönüşmüş; iki ülke arasında karşılıklı gümrük tarifeleriyle tırmanan bir ticaret savaşı başlamıştır.
ABD, Çin’den ithal edilen yüz milyarlarca dolarlık ürüne ek vergiler getirerek, Çin'in hem ihracat gücünü hem de küresel tedarik zincirlerindeki avantajını hedef almıştır. Buna karşılık Çin de benzer ölçekte karşılık vermiş, özellikle Amerikan ürünlerine yönelik kısıtlamalar uygulamıştır. Bu karşılıklı yaptırımlar zinciri, yalnızca iki ülke arasındaki ekonomik ilişkilere zarar vermekle kalmamış, küresel piyasalarda da ciddi dalgalanmalara neden olmuştur. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi çok taraflı platformlar bu süreçte etkisiz kalmış, iki büyük gücün ikili çatışması, uluslararası ekonomik düzenin kırılganlığını gözler önüne sermiştir.
Bu dönemde öne çıkan bir diğer dikkat çekici unsur, ABD'nin Çin karşıtı tutumunu yalnızca ekonomik alanda değil, teknolojik ve stratejik alanlarda da sürdürmesidir. Çinli teknoloji devlerine uygulanan yaptırımlar; yapay zekâ, 5G altyapısı ve dijital güvenlik konularında yükselen bir jeoteknolojik rekabetin habercisi olmuştur. ABD'nin Çin'in Kuşak ve Yol Girişimi’ne karşı geliştirdiği alternatif stratejiler, Asya-Pasifik’teki müttefiklerle ilişkilerini yeniden şekillendirme çabası da bu büyük mücadeleyi ekonomik bir çatışmanın ötesine taşımıştır.
Ancak bu yüksek gerilimli sürecin ardından, Trump yönetimi daha yumuşak bir söylem ve anlaşma arayışına yönelmiştir. Ticaret uzlaşısı, tarafların gümrük tarifelerini belli ölçüde azaltmasını içermiştir. Bu anlaşma, her ne kadar temel yapısal sorunlara kalıcı bir çözüm getirmese de, ABD'nin dış politikasında bir diplomatik manevra alanı açtığını göstermiştir.
Trump yönetiminin Çin politikasında gözlenen bu dönüşüm, klasik dış politika refleksleriyle değil, lider merkezli pragmatik bir yeniden pozisyon alma çabası olarak okunabilir. Ekonomik baskı ile diplomatik çözüm arasında gidip gelen bu yaklaşım, bir yandan iç politikada "sertlik" görüntüsü verirken, diğer yandan uluslararası piyasalarda güven bunalımını yönetmeye çalışmıştır.
GRÖNLAND MESELESİ VE ABD'NİN STRATEJİK ALAN TALEPLERİ
Trump döneminin dış politika pratiği, yalnızca çatışmacı söylemlerle değil, aynı zamanda diplomatik gelenekleri zorlayan sıra dışı önerilerle de dikkat çekmiştir. Bu bağlamda, Başkan Trump’ın Danimarka’ya bağlı özerk bir bölge olan Grönland’ı satın alma teklifinde bulunması, uluslararası kamuoyunda hem şaşkınlıkla hem de ciddi eleştirilerle karşılanmıştır. Yüzyılın ortasına yaklaşılan bir çağda, toprak satın alma gibi 19. yüzyıl tarzı bir önerinin yeniden gündeme gelmesi, sadece sembolik değil, aynı zamanda stratejik anlamda da sorgulanması gereken bir gelişme olarak değerlendirilmiştir.
Grönland, yüzölçümünün büyüklüğü, zengin yer altı kaynakları ve Arktik bölgesindeki stratejik konumuyla giderek artan bir küresel jeopolitik öneme sahiptir. ABD'nin, özellikle Çin ve Rusya’nın kuzey kutup bölgesindeki etkisini sınırlama çabaları bağlamında Grönland üzerindeki ilgisi, sadece Trump’a özgü değil; Soğuk Savaş yıllarına kadar uzanan bir stratejik refleksin devamı niteliğindedir. Ancak Trump’ın bu ilgiyi “satın alma” teklifine dönüştürmesi, meseleyi sıradan bir jeopolitik rekabetten çıkarıp, diplomatik saygınlık ve uluslararası hukuk açısından tartışmalı bir zemine çekmiştir.
Bu gelişme, Trump yönetiminin geleneksel müttefiklere karşı bile ne denli doğrudan ve kırıcı olabileceğini göstermiş; NATO bağlamında istikrar ve dayanışma mesajlarının verildiği bir dönemde, Atlantik İttifakı içinde kısa süreli bir diplomatik sarsıntıya neden olmuştur.
Grönland meselesi, Trump’ın dış politikadaki mülkiyetçi ve pazarlık odaklı yaklaşımının bir yansıması olarak değerlendirilebilir. Bu bakış açısında, topraklar birer stratejik yatırım alanı; devletler ise alıcı-satıcı konumlarında yeniden kurgulanmaktadır. Ancak bu yaklaşım, modern uluslararası ilişkiler sisteminde egemenlik, halk iradesi ve ulusal onur gibi temel kavramlarla çatışma hâlindedir.
UKRAYNA VE ASKERÎ YARDIM KRİZİ: DIŞ POLİTİKANIN İÇ POLİTİKAYA KURBAN EDİLİŞİ
Trump yönetiminin dış politikadaki gelgitli yapısı, yalnızca jeopolitik rekabet ya da ticari anlaşmazlıklarla sınırlı kalmamış; zaman zaman ulusal çıkar ile kişisel çıkarın iç içe geçtiği tartışmalı uygulamaları da beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda Ukrayna ile yaşanan askerî yardım krizi, Trump döneminin en çarpıcı ve kurumsal yapıları zorlayan örneklerinden biri olarak dikkat çeker.
Bu olay, iki yönlü bir kırılmaya işaret eder. İlki, Amerikan dış politikasının çıkar ve ilkeler temelinde değil, kişisel siyasi kazanç hedefleri doğrultusunda manipüle edilebilir hâle gelmiş olmasıdır. İkincisi ise, Rusya karşısında güvenlik garantisi arayan ve Batı’ya yönelme çabasında olan Ukrayna gibi ülkelerin, ABD ile kurdukları ittifaklara olan inancının sarsılmasıdır. Bu, yalnızca Ukrayna özelinde değil, Doğu Avrupa'daki NATO müttefikleri açısından da ABD'nin güvenilirliği konusundaki endişeleri artırmıştır.
Trump’ın Ukrayna’ya yönelik bu yaklaşımı, klasik Amerikan dış politikasının temel dayanakları olan demokrasiye destek, hukukun üstünlüğü ve müttefik güvenliği ilkeleriyle açık bir çelişki arz etmiştir. Başkanlık gücünün dış politika alanında nasıl tekil ve kişisel bir iradeye dönüştürülebileceğini gösteren bu örnek, aynı zamanda ABD’nin iç siyasetinde yaşanan kutuplaşmanın uluslararası ilişkilere doğrudan nasıl sirayet ettiğini de gözler önüne sermiştir.
Daha geniş perspektiften bakıldığında, Ukrayna krizi Trump döneminin “dış politika istismarı” olarak anılan eğiliminin simgesi hâline gelmiştir. Bu, aynı zamanda Amerikan kurumlarının dış politikayı denetleme kapasitesinin ne kadar sınandığını, hatta yer yer zorlandığını da ortaya koymuştur. Geleneksel müttefiklik sistemlerinin, kurumsal aklın ve normatif dış politika yapımının yerini, kişisel çıkarlar ve pragmatik müzakerelerin aldığı bir dönemin göstergesi olarak Ukrayna dosyası, Trump dış politikasının karakteristik kodlarını çözümlemek için önemli bir mihenk taşıdır.
"51. EYALET" FANTEZİSİ: TRUMP DÖNEMİNDE KANADA-ABD İLİŞKİLERİNDE EGEMENLİK, EKONOMİ VE DİPLOMATİK GERİLİMLER
Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde Kanada’yı Amerika Birleşik Devletleri’nin 51. eyaleti yapma yönündeki önerisi, yalnızca diplomatik bir provokasyon değil, aynı zamanda uluslararası ilişkilerde egemenlik, ekonomik bağımlılık ve jeopolitik güç dengeleri üzerine derinlemesine düşünmeyi gerektiren bir olaydır. Bu öneri, Trump’ın dış politika yaklaşımının bir yansıması olarak, geleneksel müttefiklik ilişkilerini sorgulayan ve ulusal çıkarları ön planda tutan bir stratejinin parçası olarak değerlendirilebilir.
Trump’ın Kanada’yı ABD’nin 51. eyaleti yapma önerisi, ekonomik baskı araçlarıyla desteklenmiştir. 2025 yılında, Trump yönetimi, Kanada’dan ithal edilen mallara %25 oranında gümrük vergisi uygulamaya başlamış ve bu adımı, Kanada’nın ABD’ye katılması durumunda bu vergilerin kaldırılacağı yönündeki açıklamalarla pekiştirmiştir . Bu tür ekonomik baskılar, Kanada’da geniş çaplı tepkilere yol açmış, Başbakan Justin Trudeau, bu öneriyi kesin bir dille reddetmiştir .
Kanada kamuoyu da bu öneriye büyük ölçüde karşı çıkmıştır. Yapılan kamuoyu yoklamaları, Kanadalıların büyük çoğunluğunun ülkenin ABD’ye katılmasına karşı olduğunu göstermiştir . Bu durum, Kanada’nın ulusal kimliğine ve egemenliğine olan bağlılığını ortaya koymaktadır.
HAMAS VE GAZZE POLİTİKASI: ORTADOĞU'DA GELENEKTEN SAPMA VE YENİ DÖNÜŞÜM ARAYIŞI
Trump yönetiminin Filistin-İsrail meselesine yaklaşımı, ABD dış politikasında onlarca yıl boyunca gözetilmeye çalışılan “denge” ilkesinin açık biçimde terk edilmesiyle karakterize edilmiştir. Trump, daha başkanlık kampanyası sürecinde İsrail yanlısı güçlü mesajlar vermiş, göreve gelir gelmez bu çizgiyi fiili kararlara dönüştürmüştür. Bu bağlamda Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma kararı ve ardından ABD Büyükelçiliği'nin Tel Aviv'den Kudüs’e taşınması, sadece diplomatik dengeleri değil, Filistin halkının uluslararası sistemdeki meşruiyet arayışını da derinden sarsmıştır.
Donald Trump’ın ikinci başkanlık döneminde Gazze Şeridi’nde Hamas’la doğrudan temas kurarak bir ateşkes ve rehine takası sürecine aracılık etmesi, yalnızca ABD dış politikasının taktiksel bir manevrası değil; aynı zamanda Ortadoğu’daki jeopolitik mimarinin yeniden kurgulanmasına dönük daha geniş kapsamlı bir stratejinin işaretidir. Bu gelişme, Amerikan dış politikasında yerleşik normların sorgulanmasına ve özellikle İsrail merkezli güvenlik doktrinlerinin esnetilmesine yol açabilecek dinamikleri içinde barındırmaktadır.
Trump yönetiminin, İsrail’in bölgesel güvenlik önceliklerini doğrudan merkeze almadan Hamas, İran ve Yemen’deki Husiler gibi aktörlerle müzakerelere yönelmesi, hem tarihsel olarak “terörist örgüt” kategorisinde sınıflandırılan yapılarla kurulan diplomatik ilişkilerin niteliğini hem de ABD’nin Ortadoğu’daki temsil kapasitesini yeniden tanımlamaktadır. Bu doğrultuda Trump’ın izlemiş olduğu yaklaşım, yalnızca taktiksel bir ara çözüm üretme çabası olarak değil, aynı zamanda ABD’nin bölgedeki hegemonik rolünü çok kutuplu aktörler üzerinden yeniden üretme arzusu olarak okunabilir.
HUSİ ANLAŞMASI ÜZERİNDEN PRAGMATİK KIRILMANIN ANATOMİSİ
Yemen merkezli Husi hareketiyle imzalanan ateşkes anlaşması, yalnızca bölgesel dinamikler açısından değil, aynı zamanda küresel güç dengeleri ve normatif dış politika anlayışı açısından da dikkatle değerlendirilmesi gereken bir kırılma noktasıdır.
Trump yönetimi, Umman arabuluculuğunda yürütülen görüşmeler neticesinde, Mart-Mayıs 2025 tarihleri arasında Yemen’deki ABD ve Birleşik Krallık öncülüğündeki hava saldırılarını sona erdiren bir ateşkese imza atmıştır. Anlaşma, Husi güçlerinin Kızıldeniz’de uluslararası gemi taşımacılığına yönelik saldırılarını durdurmalarını öngörmekteydi. Ancak bu ateşkes, Husilerin açıkça beyan ettiği üzere İsrail’i hedef alan saldırıları kapsamamaktadır. Bu durum, ateşkesin kapsayıcılığı ve uygulanabilirliği bakımından tartışmalara açıktır.
Söz konusu gelişme, Trump’ın dış politikada giderek belirginleşen pragmatik yöneliminin tipik bir örneği olarak değerlendirilmelidir. Geleneksel müttefiklik ilişkilerinin ve diplomatik nezaket normlarının arka plana itildiği bu yaklaşımda, sahadaki güç dengeleri ve kısa vadeli kazanımlar ön plana çıkmaktadır. İsrail’in anlaşma sürecinden dışlanması ya da en azından bu süreçten haberdar edilmemesi, Washington-Tel Aviv hattında kırılganlaşan stratejik güven ilişkilerine işaret etmektedir. Bu durum, Trump yönetiminin Ortadoğu’daki angajmanlarında önceki dönemlerden farklı bir diplomatik kodlamaya yöneldiğini göstermektedir.
Anlaşmanın arka planında ise yalnızca ABD’nin değil, İran’ın da rolü bulunmaktadır. Husi hareketinin İran tarafından yönlendirildiği dikkate alındığında, Tahran’ın ateşkese destek vermesi, daha büyük çaplı bir diplomatik yeniden konumlanmanın sinyali olabilir. Özellikle İran ile nükleer müzakerelerin yeniden ivme kazandığı bir dönemde, Husilerin saldırılardan vazgeçmeye ikna edilmesi, bölgesel aktörler arasında daha karmaşık ve çok katmanlı bir pazarlık sürecinin yürütüldüğünü düşündürmektedir.
Bu durum, uluslararası ilişkiler teorisinde yapısalcılıktan neoklasik realizme doğru bir kaymanın tezahürü olarak da okunabilir. Ancak bu kaymanın sürdürülebilirliği, yalnızca askeri ve diplomatik taktiklerin başarısıyla değil, aynı zamanda bölgesel aktörlerin ve kamuoylarının bu yeni paradigma ile kuracağı ilişki biçimiyle de doğrudan bağlantılı olacaktır.
İRAN-ABD NÜKLEER MÜZAKERELERİ: TARİHSEL GERİLİMLERİN GÖLGESİNDE YENİDEN ŞEKİLLENEN DİPLOMATİK STRATEJİLER
ABD yönetimi ile İran arasında yeniden başlatılan nükleer müzakereler, önceki yıllarda yaşanan diplomatik kopuşların ardından şekillenen yeni bir stratejik sürecin başlangıcını işaret etmektedir. 2018 yılında Trump yönetiminin Kapsamlı Ortak Eylem Planı'ndan (JCPOA) tek taraflı olarak çekilmesiyle başlayan kriz, beş yıl aradan sonra taraflar arasında yeniden canlanan diplomatik temaslarla farklı bir boyut kazanmıştır.
Trump’ın İran’ın dini lideri Ayetullah Ali Hamaney’e gönderdiği mektup, ilk etapta reddedilmiş olsa da zamanla Tahran’ın diplomatik zeminde yumuşama sinyalleri vermesine neden olmuş ve bu doğrultuda Nisan 2025’te Umman ve Roma’da dolaylı müzakereler başlamıştır. Görüşmelerin ana eksenini İran’ın uranyum zenginleştirme faaliyetleri ve balistik füze programı oluşturmuş; taraflar bu kritik başlıklar etrafında pozisyonlarını yeniden şekillendirmiştir.
İran tarafı, nükleer silah geliştirmeyi kategorik olarak reddetmekle birlikte, uranyum zenginleştirme hakkını ulusal egemenliğin bir parçası olarak savunmuştur. Trump yönetimi ise İran’ın nükleer kabiliyetlerini sınırlandırma ve aynı zamanda Tahran’ın bölgesel nüfuzunu dengeleme amacı gütmüştür. Bu bağlamda, nükleer programın yalnızca barışçıl amaçlarla sınırlı kalması ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı (UAEA) denetimine açık olması gerektiği hususu Amerikan tarafının temel önceliklerinden biri olmuştur.
Söz konusu müzakere süreci, yalnızca ABD ve İran arasında sınırlı kalmamış, İran’ın Rusya ile imzaladığı Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması aracılığıyla çok kutuplu bir diplomatik dengeye evrilmiştir. Bu anlaşma, İran’ın küresel sistemde alternatif ittifaklar inşa etme stratejisinin bir uzantısı olarak değerlendirilmiştir. Aynı zamanda Trump’ın Orta Doğu ziyareti sırasında, İran ile yeni bir nükleer anlaşmaya yakın olunduğu yönündeki açıklamaları, bölgesel güçlerin de sürece müdahil olmasına yol açmıştır. Suudi Arabistan ve Rusya tarafından sunulan arabuluculuk girişimleri, müzakerelere çok taraflı bir nitelik kazandırmıştır.
Ancak bu diplomatik momentum, İran’ın uranyum zenginleştirme kapasitesindeki artış ve eşzamanlı olarak gerçekleştirdiği yeni balistik füze denemeleri nedeniyle kırılgan bir yapıya bürünmüştür. UAEA tarafından yayımlanan raporlar, İran’ın %60 saflık düzeyinde zenginleştirilmiş uranyum stoklarını artırdığını ve bu durumun nükleer silah üretimine ilişkin kaygıları derinleştirdiğini ortaya koymuştur.
Yeniden alevlenen İran-ABD nükleer müzakereleri, yalnızca iki ülke arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda Orta Doğu’daki stratejik dengeyi ve küresel nükleer rejimin geleceğini de etkileyen çok katmanlı ve karmaşık bir sürece işaret etmektedir. Bu gelişmeler, uluslararası sistemde güç dengelerinin yeniden şekillendiği, müzakerenin hem bir araç hem de bir strateji olarak öne çıktığı bir dönemin habercisi olmuştur.
SURİYE İLE NORMALLEŞME VE YAPTIRIMLARIN KALDIRILMASININ STRATEJİK ANLAMI
Bu dönemin en dikkat çekici örneklerinden biri, Suriye Devlet Başkanı Ahmed el-Şara ile gerçekleştirilen üst düzey görüşme ve bu görüşmeye paralel olarak alınan yaptırımların kaldırılması kararıdır.
Trump yönetiminin Şara ile diplomatik temas kurması ve Suriye’ye yönelik kapsamlı ekonomik yaptırımları sona erdirmesi, yalnızca bir dış politika manevrası olarak değil; aynı zamanda ABD’nin Orta Doğu’ya dair tarihsel pozisyonunu yeniden konumlandırmaya yönelik sistematik bir kırılma olarak okunmalıdır. ABD’nin uzun yıllardır izlediği "rejim izolasyonu" politikası yerini, daha pragmatik, reelpolitik temelli bir angajman stratejisine bırakmıştır. Bu bağlamda Trump, uluslararası meşruiyet tartışmalarına rağmen Şara yönetimini tanıyarak, savaş sonrası yeniden yapılanma sürecinde Suriye’yi hem ekonomik hem de siyasal düzlemde küresel sisteme entegre etme yönünde güçlü bir irade ortaya koymuştur.
Bu karar, yalnızca ikili ilişkiler düzleminde değil, bölgesel ittifak yapılarını da etkileyecek mahiyettedir. Özellikle Türkiye ve Suudi Arabistan gibi aktörlerin sürece aktif biçimde dahil olması, Trump’ın bölgeye dair vizyonunu geleneksel Batı-merkezli güvenlik paradigmasından ayıran önemli bir parametre olarak öne çıkmaktadır. Nitekim, Türkiye ile ilişkilerde CAATSA yaptırımlarının gevşetilmesi ve F-35 programına yeniden entegrasyon sinyalleri, Washington’un bölgesel istikrar adına çok katmanlı bir uzlaşı zeminine yöneldiğini göstermektedir.
Bu gelişmeler, ABD dış politikasının "normatif yönetişim" ilkelerinden uzaklaştığı, yerine "durumsal fayda" ve "stratejik esneklik" gibi kavramların yerleştiği bir yeni dönem başlattığını göstermektedir. Kimi çevrelerce revizyonist bulunan bu yaklaşım, bir yandan uluslararası hukukun sınırlarını zorlamakta, öte yandan ise realpolitik gelenek içinde rasyonel bir zemine dayanmaktadır. Bu anlamda Trump dönemi, Amerikan dış politikasında hem jeopolitik önceliklerin hem de müttefiklik tanımlarının yeniden tasarlandığı bir paradigma kaymasına işaret etmektedir.
SONUÇ
Trump’ın dış politika söylemi, klasik realizmin devlet merkezli çıkar temelli bakış açısına zaman zaman yakınlaşmış, ancak aynı zamanda onunla çelişen bir popülist retorikle iç içe geçmiştir. Realizmin temel kabullerinden olan güç dengesi, ulusal çıkar ve caydırıcılık gibi unsurlar, Trump’ın söyleminde yüzeysel düzeyde yer bulmuş olsa da, bu ilkelerin uygulanış biçimi genellikle öngörülemez ve sistem dışı olmuştur.
Trump’ın “Önce Amerika” söylemi, dış politikayı halkın günlük yaşantısına indirgemeyi ve seçmenle duygusal bir bağ kurmayı hedeflemiştir. Bu ise dış politikanın bir uzmanlık alanı olduğu yönündeki kurumsal geleneğe doğrudan meydan okumaktır. Dış politika, Trump’ın söyleminde bir uzmanlık değil, bir iç meseleye dönüşmüş; bu durum ise diplomasinin doğasına aykırı bir yaklaşımı beraberinde getirmiştir.
Amerikan siyasal sisteminde dış politika, büyük ölçüde Dışişleri Bakanlığı, Ulusal Güvenlik Konseyi ve istihbarat kurumlarının koordinasyonuyla yürütülen kurumsal bir süreçtir. Ancak Trump döneminde bu kurumlar, ya etkisizleştirilmiş ya da yönetimin kararlarına kayıtsız şartsız uyum sağlamak zorunda bırakılmıştır. Özellikle istihbarat topluluğu ile yaşanan gerilimler, FBI ve CIA gibi kurumlara duyulan güvensizlikle açıkça ifade edilmiştir. Dış politika karar alma mekanizmalarının, kurumsal hafızadan çok başkanın bireysel inisiyatifiyle şekillendiği bir döneme girilmiştir.
Kurumsal geleneğin direnci, zaman zaman bürokratik tıkanıklıklara ya da sızdırılan bilgilerle kamuoyuna yön verme çabalarına dönüşse de, nihayetinde başkanlık gücünün Amerikan sistemindeki merkezi rolü, Trump’a geniş bir hareket alanı sunmuştur. Bu durum, dış politikanın yalnızca stratejik bir faaliyet değil, aynı zamanda iç siyasetin bir uzantısı haline geldiği yeni bir dönemin habercisi olmuştur.
Azalan Nüfus, Artan Risk: Türkiye'de Nüfus Güvenliği Sorunsalı ve Stratejik Yansımaları
Gloss’un Ölümü ve İstihbarat Paradoksu
Gazze'de ateşkes zamanı ve sonrasında atılması gereken adımlar
Türkiye'de istihbaratın kurumsal ve epistemolojik dönüşümü