GÜVENSAM Genel Koordinatörü Cihad İslam Yılmaz, nüfusun azalmasının getirdiği riskleri Haber7 için kaleme aldı. Yılmaz'ın, "Azalan Nüfus, Artan Risk: Türkiye'de Nüfus Güvenliği Sorunsalı ve Stratejik Yansımaları" başlıklı yazısı şöyle:
Güvenlik kavramı, tarihsel olarak askeri tehditlere karşı devletin sınırlarını ve egemenliğini koruma işleviyle özdeşleşmiştir. Ancak Soğuk Savaş sonrası dönemde, özellikle 1990’lı yıllardan itibaren güvenlik anlayışında yaşanan dönüşüm, tehdit algılarını yalnızca savaş ve terörizmle sınırlı olmaktan çıkarmış; ekonomik kırılganlıklar, çevresel krizler, salgın hastalıklar ve nihayetinde demografik eğilimler gibi konuları da güvenlik gündeminin merkezine yerleştirmiştir. Bu çerçevede, "nüfus güvenliği" kavramı da klasik güvenlik teorilerinin sınırlarını aşarak, hem ulusal kapasiteyi hem de toplumsal istikrarı etkileyen bir stratejik değişken olarak öne çıkmaktadır.
Nüfus güvenliği, bir ülkenin sürdürülebilir kalkınma, toplumsal uyum, ekonomik üretkenlik ve ulusal savunma yetenekleri açısından elverişli bir demografik yapıyı koruma kapasitesine işaret eder. Bu kavram, yalnızca nüfus sayısıyla değil; nüfusun yaş yapısı, mekânsal dağılımı, eğitim seviyesi, istihdam oranı, kültürel kimlikleri ve doğurganlık gibi çok katmanlı unsurlarla ilişkilidir. Dolayısıyla nüfus güvenliği, hem nicel hem de nitel bir bakış açısıyla ele alınmalıdır.
Küresel ölçekte yaşanan demografik geçiş süreci, birçok gelişmiş ülkenin doğurganlık oranının yenilenme eşiği olan 2,1’in altına düşmesiyle birlikte, yaşlanan nüfus sorununu gündeme taşımıştır. Türkiye ise bu sürece geç girmiş fakat hızla adapte olmuş bir ülke olarak, artık doğurganlık oranlarının kritik seviyelere düştüğü bir döneme girmiştir. TÜİK verilerine göre, Türkiye’de doğurganlık oranı 2023 itibariyle 1,51’e gerilemiş ve bu durum uzun vadeli olarak hem ekonomik hem de stratejik riskleri beraberinde getirmiştir. Bu gelişme, sadece nüfus artış hızında bir düşüş değil, aynı zamanda nüfus güvenliğinin temellerinde bir sarsıntı anlamına gelmektedir.
Geleneksel güvenlik teorileri açısından bakıldığında, güçlü bir demografik yapı, devletin askeri insan kaynağını besleyen bir rezervuar işlevi görür. Ancak çağdaş güvenlik paradigmasında nüfus, yalnızca savunma kapasitesi için değil, aynı zamanda ekonomik büyümenin sürdürülebilirliği, sosyal devlet mekanizmalarının işlerliği ve toplumsal dinamiklerin dengesi için de yaşamsal önemdedir. Bu noktada, insan güvenliği kavramı da devreye girer. İnsan güvenliği, bireylerin ekonomik, sağlık, çevresel ve sosyal tehditlerden korunması anlamına gelirken; nüfus güvenliği, bu bireylerin toplamının oluşturduğu demografik dokunun korunmasını hedefler.
Nüfus güvenliği, aynı zamanda kültürel devamlılık ve ulusal kimliğin sürekliliği açısından da kritik bir alanı temsil eder. Düşen doğurganlık oranları, göç ve asimilasyon gibi faktörlerle birleştiğinde, bir toplumun kendi kültürel çoğulluğunu muhafaza edebilme kapasitesi zayıflayabilir. Bu durum, özellikle Türkiye gibi çok katmanlı bir toplumsal yapıya sahip ülkelerde, uzun vadeli bir ulusal strateji ekseninde değerlendirilmesi gereken bir güvenlik meselesi hâline gelir.
Bu bağlamda nüfus güvenliği; yalnızca demografik verilerin analizinden ibaret bir mesele değil, aynı zamanda devletin uzun vadeli vizyonunu, toplumun kültürel bağlarını ve bireylerin yaşam kalitesini içeren çok boyutlu bir güvenlik paradigmasıdır.
TÜRKİYE'NİN DEMOGRAFİK DÖNÜŞÜMÜ: TARİHSEL BİR OKUMA
Türkiye'nin nüfus yapısı, sadece sayısal büyüklüklerle değil, aynı zamanda tarihsel, kültürel ve sosyopolitik dinamiklerle şekillenmiş çok katmanlı bir gelişim çizgisine sahiptir. Cumhuriyet'in kuruluşundan günümüze uzanan süreçte nüfus politikaları, devletin kalkınma vizyonu ve güvenlik anlayışıyla iç içe geçmiş; nüfus artışı hem bir beka meselesi hem de modernleşme projesinin asli bir unsuru olarak ele alınmıştır.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında nüfus, savaşlar ve göçler sebebiyle önemli ölçüde azalmıştı. 1927’de yapılan ilk nüfus sayımıyla birlikte devlet, nüfusu artırmayı bir kalkınma hedefi olarak benimsemiş, bu doğrultuda çok sayıda teşvik politikası uygulanmıştır. 1930’lu ve 40’lı yıllarda doğum oranlarının yükseltilmesi, kırsal yerleşimlerin desteklenmesi ve nüfusun homojenleştirilmesi amacıyla göç mühendisliği uygulamaları devreye alınmıştır. Bu dönemde nüfus, devletin bekasıyla doğrudan ilişkilendirilmiş; artış hızı, ulusal gücün temel göstergelerinden biri olarak kabul edilmiştir.
1950’li yıllarla birlikte Türkiye’de hızlı nüfus artışı dönemine girilmiş, özellikle kırsal kesimde doğurganlık oranları yüksek seyretmiştir. Ancak bu dönemde modern sağlık hizmetlerinin yaygınlaşması ve bebek ölümlerinin azalması gibi gelişmelerle birlikte nüfusun niceliksel artışı, devlet için yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. Plansız kentleşme, iş gücü fazlası, eğitim hizmetlerinin yetersizliği gibi sorunlar, 1965 yılında çıkarılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ile ilk defa doğrudan kontrol altına alınmaya çalışılmış; böylece devlet, nüfusu yalnızca artırmak değil, aynı zamanda “yönetmek” hedefini önceliklendirmiştir.
1980 sonrası dönemde ise Türkiye, neoliberal ekonomik politikaların etkisiyle yeni bir demografik evreye geçmiştir. Kadınların eğitim seviyesinin yükselmesi, kentleşmenin hız kazanması ve bireyselleşme eğilimlerinin artması gibi sosyokültürel değişkenler, doğurganlık oranlarını doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde çocuk sahibi olma kararı bireysel bir tercih hâline gelirken, aile yapısı da gelenekselden çekirdek modele evrilmiştir. Kadının toplumsal üretime katılmasıyla birlikte annelik rolü gecikmeye başlamış, bu da toplam doğurganlık hızının aşağı yönlü seyrini hızlandırmıştır.
TÜİK verileri, bu dönüşümün boyutlarını açık biçimde ortaya koymaktadır. 2001 yılında 2,38 olan toplam doğurganlık hızı, 2010’da 2,05’e ve 2023 itibariyle 1,51’e kadar düşmüştür. Bu rakam, Türkiye nüfusunun kendini yenileme eşiği olan 2,1’in oldukça altındadır ve ülkenin artık yapısal olarak nüfusunu artırma değil, sürdürülebilirlik sorunu yaşadığı bir döneme girdiğini göstermektedir. Özellikle büyükşehirlerde doğurganlık oranı 1,2 seviyelerine kadar inmiş; Batı Karadeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde negatif nüfus artışı yaşanmaya başlamıştır.
Bu dramatik düşüş, yalnızca bireysel tercihlerin bir sonucu olarak değerlendirilemez. Sosyal politikaların çocuk sahibi olmayı yeterince desteklememesi, kariyer ile annelik arasında zorlayıcı tercihler, yüksek yaşam maliyetleri ve konut erişim sorunları gibi yapısal nedenler de doğurganlıktaki düşüşte etkili olmuştur. Nitekim bugün Türkiye’de çocuk sahibi olma kararı, sadece sosyokültürel değil, aynı zamanda ekonomik bir güvenlik problemi hâline gelmiştir.
Türkiye’nin demografik dönüşümü, tarihsel olarak bir artış stratejisinden bir denge stratejisine; oradan da bugün, neredeyse bir koruma ve onarma stratejisine evrilen bir süreç izlemiştir. Artık mesele sadece ne kadar nüfusa sahip olduğumuz değil, ne tür bir nüfusa sahip olduğumuzdur. Bu nüfusun yaş dağılımı, üretim kapasitesi, toplumsal uyum düzeyi ve güvenlik tehditlerine karşı dayanıklılığı; doğrudan demografik yapılanmanın niteliğiyle bağlantılıdır.
DEMOGRAFİK GERİLEMENİN GÜVENLİK BOYUTLARI
Nüfus yalnızca ekonomik kalkınmanın değil, aynı zamanda bir ülkenin jeopolitik ağırlığının, askeri kapasitesinin ve sosyal direncinin taşıyıcı unsurudur. Türkiye gibi, hem jeopolitik olarak kritik bir bölgede yer alan hem de toplumsal çeşitliliği yüksek olan ülkelerde demografik yapıdaki sarsıntılar, yalnızca iç sosyal dinamikleri değil, dış politika ve güvenlik stratejilerini de doğrudan etkileyebilecek potansiyele sahiptir. Bu nedenle nüfusun yaşlanması, azalması ya da yapısal dengesizlikler göstermesi, geleneksel güvenlik paradigması içinde de ciddi bir kırılganlık alanı oluşturur. Türkiye’nin günümüzde karşı karşıya olduğu demografik gerileme, bu açıdan çok katmanlı güvenlik risklerini beraberinde getirmektedir.
Demografik gerilemenin en doğrudan etkilerinden biri, genç nüfusun azalmasına bağlı olarak askerî insan kaynağının daralmasıdır. Türkiye'nin zorunlu askerlik sistemine dayalı savunma yapısı, belirli bir yaş aralığındaki nüfusun mevcudiyetine bağlıdır. Genç nüfusun sayıca azalması, hem mevcut askeri kapasitenin sürdürülebilirliğini tehdit eder hem de kriz zamanlarında hızlı seferberlik yeteneğini sınırlar. Ayrıca gönüllü temelli profesyonel askerliğe geçişte bile, yeterli sayıda nitelikli genç bireyin bulunmaması, stratejik caydırıcılık kapasitesini düşürebilir.
Nüfusun yaşlanması, üretken çağdaki bireylerin azalması anlamına gelir. Bu da hem ekonomik büyüme potansiyelini düşürür hem de artan sosyal harcamalarla devletin mali yükünü ağırlaştırır. Türkiye, sosyal güvenlik sistemini hâlâ çalışan nüfusun katkılarına dayalı bir modelle sürdürmektedir. Ancak çalışan-bağımlı oranı tersine döndüğünde, sağlık hizmetleri, emekli maaşları ve bakım sistemleri gibi sosyal devletin temel ayakları kırılgan hale gelir. Bu durum, uzun vadede toplumsal huzursuzlukları, kuşaklar arası adalet krizlerini ve ekonomik güvenlik risklerini artırabilir.
Toplumsal yapıdaki yaşlanma ve nüfus yoğunluğunun bazı bölgelerde seyrekleşmesi, özellikle kırsal ve stratejik sınıra yakın bölgelerde demografik boşlukların oluşmasına neden olmaktadır. Bu boşluklar, hem sosyal hizmetlerin erişimini zorlaştırır hem de asimetrik tehditlerin (örgütlenme, ayrılıkçılık, radikalleşme vb.) yeşermesi için uygun zeminler yaratır. Ayrıca, genç nüfusun sayıca azalması, toplumsal dinamizmin zayıflamasına ve yeni tehditler karşısında toplumsal direnç kapasitesinin düşmesine yol açabilir.
Doğurganlığın düşük olduğu büyük şehirler ile doğurganlığın hâlâ nispeten yüksek seyrettiği bazı bölgeler arasında ciddi demografik dengesizlikler oluşmaktadır. Bu durum, iç göç hareketlerini artırırken, mega kentlerde altyapı ve sosyal hizmetler üzerinde yoğun baskı yaratmaktadır. Aşırı kentleşme, güvenlik birimleri açısından da yönetilmesi zor hale gelen sosyal çatışma potansiyelleri doğurabilir. Özellikle genç işsizliğinin arttığı büyükşehirlerde potansiyel huzursuzluklar, kriminalite ve radikalleşme eğilimleri, demografik yapı ile doğrudan ilişkilidir.
Sonuç olarak demografik gerileme, sadece nüfusun azalması değil; aynı zamanda ekonomik kapasitenin zayıflaması, askerî caydırıcılığın gerilemesi, toplumsal bütünlüğün sarsılması ve kültürel devamlılığın tehdit altına girmesi anlamına gelmektedir. Bu yönüyle nüfus güvenliği, artık yalnızca istatistiksel değil, jeopolitik ve stratejik bir güvenlik meselesi olarak ele alınmalıdır. Türkiye’nin içinde bulunduğu kırılgan bölgesel yapı ve çok boyutlu tehdit ortamı göz önüne alındığında, demografik gerilemeye karşı bütüncül ve uzun vadeli politikalar geliştirilmesi bir zorunluluk hâline gelmiştir.
ULUSLARARASI ÖRNEKLER IŞIĞINDA STRATEJİK VİZYON
Nüfus güvenliği meselesi, 21. yüzyılda sadece Türkiye'nin değil, pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülkenin ortak sınavı haline gelmiştir. Nüfusun yaşlanması, doğurganlık oranlarının düşmesi, genç nüfusun azalması ve göç gibi dinamikler; toplumsal yapıyı, ekonomik sürdürülebilirliği ve ulusal güvenliği doğrudan etkilemektedir. Türkiye bu bağlamda yalnız değildir; ancak bu sorunla mücadelede geliştirilecek stratejilerin özgün ve yerli olması, başarı için ön koşuldur. Diğer ülkelerin deneyimlerinden faydalanmak, sadece kopyalama değil, kendi toplumsal gerçekliğimize uygun stratejik vizyonu oluşturmak açısından önemlidir.
Japonya, dünyanın en yaşlı nüfus yapısına sahip ülkelerinden biridir. 2025 itibarıyla her üç Japon’dan biri 65 yaşın üzerinde olacaktır. Japon devleti, bu demografik krize karşı teknolojik otomasyon, yapay zekâ destekli yaşlı bakımı ve yüksek vasıflı iş gücünün sürekliliğini sağlamaya yönelik yatırımlarla yanıt vermektedir. Göç konusundaki geleneksel rezervleri nedeniyle Japonya, dış kaynaklı telafiye mesafeli yaklaşmakta; bunun yerine kadınların iş gücüne katılımını teşvik eden politikalar, doğum teşvikleri ve yaşlıların üretkenliğini artıran hibrit çözümler üretmektedir. Ancak tüm bu çabalara rağmen, Japonya’da nüfusun azalması yönündeki eğilim henüz tersine çevrilememiştir. Bu durum, teknolojik yatırımların önemli ancak tek başına yeterli olmadığını ortaya koymaktadır.
Güney Kore, dünyada doğurganlık oranı en düşük ülkelerden biridir. 2024 itibarıyla toplam doğurganlık oranı 0,7’nin altına inmiş, bu oran doğal nüfus yenilenmesinin yarısından daha az bir düzeye gerilemiştir. Kore devleti, çocuk bakım merkezleri, doğum izni, mali teşvikler gibi çok sayıda politika geliştirmiştir. Ancak bu politikaların toplumda karşılık bulmadığı görülmektedir. Bunun temelinde, yüksek rekabet baskısı, çocuk yetiştirmenin maliyeti, kadının toplumdaki yeri ve aile içi yük paylaşımındaki adaletsizlik gibi sosyokültürel dinamikler yatmaktadır. Kore örneği, demografik krizlere yalnızca ekonomik değil, aynı zamanda kültürel zihniyet dönüşümleriyle yanıt verilmesi gerektiğini göstermektedir.
Macaristan, son yıllarda doğurganlık oranlarını artırma konusunda Avrupa'da dikkat çeken bir örnek sunmaktadır. “Demografik yeniden doğuş” stratejisi kapsamında Viktor Orban hükümeti, aileye dayalı sosyal politikaları temel bir devlet meselesi haline getirmiştir. Dört çocuklu annelere ömür boyu gelir vergisi muafiyeti, düşük faizli evlilik kredileri, konut teşvikleri ve üç çocuklu ailelere sağlanan araç hibeleri gibi kapsamlı uygulamalar yürürlüğe konmuştur. Bu politikaların sonucu olarak Macaristan’da doğurganlık oranı 1,2 seviyelerinden 1,6 seviyelerine çıkmıştır. Her ne kadar Avrupa ortalamasının altında olsa da bu artış, sistematik ve değer temelli politikaların toplum nezdinde karşılık bulabildiğini göstermesi açısından önemlidir.
Bu örneklerin her biri, Türkiye için değerli dersler barındırmaktadır. Ancak Türkiye’nin demografik dinamikleri, tarihsel kodları, aile yapısı ve sosyolojik dokusu; Japonya, Kore ya da Macaristan’dan belirgin biçimde farklıdır. Bu nedenle uygulanacak stratejilerin yerli değerlerle uyumlu, toplumun sosyokültürel belleğine yaslanan bir temelde şekillendirilmesi gereklidir. Türkiye’nin geniş aile yapısı hâlâ canlıdır; kadim mahalle kültürü, kuşaklar arası dayanışma ve dini-kültürel motivasyonlar doğurganlık ve aile konularında hâlâ güçlü kaldıraçlardır. Bu avantajların modern politikalarla entegre edilmesi, Türkiye’nin elini güçlendirecektir.
Ayrıca Türkiye, dinamik genç nüfusuyla hâlâ zaman açısından avantaja sahiptir. Ancak bu avantaj hızla erimektedir. Gerekli stratejik adımlar atılmazsa, bugünkü demografik fırsat penceresi, önümüzdeki birkaç on yılda yerini yapısal bir krize bırakabilir. Türkiye, kökleri sağlam ama gözü ileri bakan bir millet olarak nüfus meselesini sadece istatistiksel bir problem değil, bir medeniyet inşası meselesi olarak ele almak zorundadır. Uluslararası örnekler bize şunu göstermektedir: Nüfus güvenliği ne sadece ekonomiyle ne de sadece sosyal yardımlarla korunabilir. Bu mücadele; değerlerle, siyasetle, stratejiyle ve toplumun tamamını içine alan vizyoner bir yaklaşımla yürütülmelidir. Türkiye'nin önünde hâlâ zaman ve imkân vardır. Ancak her geçen yıl, bu stratejik üstünlüğü daha da zayıflatmaktadır. Şimdi, gelenekten beslenen ama geleceği kuran bir demografik vizyonun inşası zamanıdır.
NÜFUS GÜVENLİĞİNE YÖNELİK POLİTİK STRATEJİLER VE ÖNERİLER
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu demografik gerileme, salt bir istatistiksel düşüşten ibaret değil; çok boyutlu bir milli güvenlik, sosyokültürel istikrar ve stratejik kapasite sorunudur. Bu nedenle çözüm önerileri yalnızca kısa vadeli teşviklerle sınırlı kalmamalı, toplumu bütüncül şekilde kapsayan, değer temelli, yapısal politikaları içermelidir. Türk devlet geleneği, tarih boyunca nüfusu sadece ekonomik bir kaynak olarak değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel egemenliğin temeli olarak görmüştür. Bugün de bu bakış açısını yeniden canlandırmak, yeni bir "demografik vizyon" inşa etmek için elzemdir.
Doğurganlık oranlarını yükseltmek, yalnızca maddi teşviklerle değil; aile kurumunun güçlendirilmesiyle mümkündür. Türkiye’de geleneksel aile yapısı, modern yaşamın bireyci baskıları, kentleşmenin getirdiği yalnızlık ve ekonomik kaygıların ağırlığı altında çözülme eğilimindedir. Evlilik yaşının giderek gecikmesi, boşanma oranlarındaki artış ve çocuk sahibi olmanın hem maddi hem de manevi maliyetlerinin yükselmesi, aile kurmayı birçok genç için cazip olmaktan çıkarmaktadır. Bu durum, sadece bireysel yaşam tercihlerinin değil; aynı zamanda uzun vadeli demografik istikrarın ve toplumsal sürekliliğin de zeminini sarsmaktadır. Dolayısıyla nüfus güvenliği açısından sürdürülebilir ve köklü bir strateji geliştirilmesi elzemdir. Bu bağlamda, barınma, kreş, eğitim ve sağlık desteklerini içeren “aile merkezli sosyal koruma paketleri” oluşturulmalı; gençlerin erken yaşta evlilik ve çocuk sahibi olabilmelerine imkân tanıyan barınma ve istihdam destekli evlilik projeleri hayata geçirilmelidir. Aynı zamanda, aile içi dayanışmayı, kuşaklar arası bağlılığı ve kültürel devamlılığı teşvik eden kültürel politikalarla aile birliği yeniden güçlendirilmelidir. Bu yaklaşım, yalnızca demografik bir müdahale değil; aynı zamanda toplumsal yapının yeniden inşası anlamına gelmektedir.
Kadınların hem iş gücüne katılımı hem de annelik rolleri arasında sıkıştığı ikilem, doğurganlığı doğrudan etkilemektedir. Bu nedenle, kadınların kariyer ve annelik arasında bir tercih yapmaya zorlanmadığı, ikisini birden sürdürebildiği bir sosyal yapı oluşturulmalıdır. Gelişmiş ülkelerde olduğu gibi: Esnek çalışma modelleri, Doğum sonrası uzun süreli izinler, Kurumsal bakım ve kreş desteği, Kadın girişimciliği destek paketleri gibi uygulamalar yaygınlaştırılmalıdır.
Bu yaklaşım, sadece doğurganlığı artırmakla kalmaz, aynı zamanda kadını demografik stratejilerin öznesi haline getirir.
Türkiye’de demografik düşüş, ülke genelinde homojen bir seyir izlememektedir. Bazı bölgelerde, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu gibi geleneksel aile yapısının görece daha güçlü olduğu alanlarda doğurganlık oranları hâlâ nispeten yüksekken; Batı Anadolu’daki büyükşehirlerde, özellikle İstanbul, İzmir ve Ankara gibi metropollerde bu oranlar alarm verici seviyelere düşmüştür. Bu dengesizlik, nüfusun mekânsal olarak belirli alanlarda yoğunlaşmasına, kırsal bölgelerin giderek boşalmasına ve bazı coğrafi bölgelerdeki güvenlik ve kalkınma potansiyelinin zayıflamasına neden olmaktadır. Özellikle sınır bölgelerinde yaşanan nüfus erozyonu, sadece demografik değil; aynı zamanda stratejik bir güvenlik riski olarak değerlendirilmelidir. Bu çerçevede, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da genç nüfusu yerinde tutacak kalkınma odaklı nüfus politikalarının hayata geçirilmesi; büyükşehirlerde ise yaşam maliyetlerini düşürmeye yönelik konut ve altyapı reformlarının hızla devreye alınması gerekmektedir. Bununla birlikte, bölgesel nüfus istikrarını sağlayacak şekilde teşvikli istihdam uygulamaları ve yaşam kalitesini artırmaya yönelik sosyal programlar geliştirilerek, nüfusun ülke genelinde dengeli ve stratejik bir dağılımı sağlanmalıdır.
Türkiye, yeni yüzyılında sadece mevcut tehditleri bertaraf eden değil; aynı zamanda geleceğin risklerini önceden öngören bir demografik güvenlik konsepti geliştirmek zorundadır. Bu kapsamda: Cumhurbaşkanlığı, İçişleri, Aile ve Sağlık Bakanlıklarının eşgüdümünde çalışan bir “Ulusal Nüfus ve Güvenlik Konseyi” kurulmalıdır.